Akın Birdal ve İnsan Hakları Mücadelesi
Olayların hızla geliştiği, hayatların bir anda değiştiği bir dönemde, 1998 yılında yaşanan silahlı saldırı, insan hakları mücadelesinin ne denli tehlikeli olabileceğini gözler önüne serdi. 25 Mayıs 1998'de, İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Akın Birdal'a düzenlenen bu saldırı, sadece bireysel bir olay olmaktan öte, tüm Türkiye'deki insan hakları savunucularının sesini yükseltmekteki kararlılığını ve cesaretini sembolize eden bir dönüm noktası oldu. Peki bu olay ne anlama geliyor?
Olayın Gelişimi
O gün saat 15:30 sıralarında Ankara'nın Kızılay semtinde meydana gelen olayda, Akın Birdal'a iki kişi tarafından silahlı saldırıda bulunuldu. İddiaya göre saldırganlar kaçarken, Akın Birdal ağır yaralanmıştı. Resmi kayıtlara göre o gün hastaneye kaldırılan Birdal’ın vücuduna isabet eden kurşunlar onu hayati tehlike atacak şekilde yaralamıştı.
Dikkat çeken şey ise bu saldırının yalnızca bireysel değil; aynı zamanda insan haklarına karşı yöneltilmiş büyük bir tehdit olarak algılanmasıydı. Bazı kaynaklara göre o dönemde Türkiye’de insan haklarına dair ciddi baskılar vardı ve bu tür eylemler yaygınlaşma eğilimi gösteriyordu.
Tarihsel Arka Plan
Saldırının gerçekleştiği dönem aslında oldukça çalkantılıydı. Türkiye’de 90'lı yılların sonuna gelindiğinde, siyasi istikrarsızlık baş göstermişti; toplumsal barış arayışındaki eksiklikler giderek daha fazla hissediliyordu. O yıllarda farklı gruplar arasındaki çatışmalar sıklıkla gündeme geliyordu ki insani değerlerin ihlali de bu ortamda had safhadaydı.
Akın Birdal'ın liderlik ettiği İnsan Hakları Derneği (İHD), kurulduğu günden itibaren (1986) özellikle Türkiye’nin doğusunda yaşanan insan hakları ihlalleri üzerine yoğunlaşmıştı. Örneğin resmi olmayan verilere göre o dönem boyunca İHD’ye başvuran mağdurların sayısı her yıl artıyor; ancak derneğin karşılaştığı baskılar da büyüyordu.
Aynı Günün Tanıklıkları
Açıkça hatırlıyorum... O gün benden önce orada olan dostum Aylin şöyle demişti: “Bir anda her şey durdu gibi geldi! Etraftaki insanlar şaşkına döndü...” Çevrede bulunan kalabalık arasındaki paniğin boyutlarını anlatan Aylin’in ifadeleri belki de o an neler yaşandığını en iyi açıklayan tanıklardan biridir.
Bazıları hemen cep telefonlarını çıkarıp yardım çağırırken diğerleri hızla ambulans aradı. Radyo duyuruları ile çevre halkına ulaşılmaya çalışıldı ama sosyal medya henüz gelişim aşamasındaydı... Şu an düşündüğümüzde Twitter ya da Instagram’ın gücüyle anlık haber paylaşımı mümkünken o zamanlarda dayanışma çoğunlukla telefon zincirleri üzerinden yürütülüyordu.
Saldırının Ardından Ne Oldu?
Akın Birdal’ın maruz kaldığı bu şiddet olayı sadece onun hayatını değil; aynı zamanda Türk toplumunun da vicdanını sarsan büyük bir kırılma noktasını işaret ediyordu. Resmi verilere göre yıllarca süren tartışmalar sonucunda az sayıdaki sanığın mahkemeye çıkarıldığı ve cezalandırıldığı iddia edilse de adalet mekanizmasının yeterince etkili işlemediğine dair pek çok görüş mevcut.
Ayrıca toplumda artan korku ikliminin yanında bazı tarihçilere göre; bu tür olaylar insan hakları mücadelesine olan desteği artırmış olabilir! Birçok vatandaş ve sivil toplum kuruluşu; cezaevlerinde kötü muamele gören tutuklulara dikkat çekmek amacıyla çeşitli eylemler gerçekleştirdi.”
Bugüne Bağlantılar
Düşünmeden edemiyorum ki; bugünlerde sosyal medya üzerinden yayılan bilgilerle yanıt vermek çok daha hızlı hale geldi ama içeride veya dışarıda zulme uğrayanların sesi olmak hala büyük önem taşıyor... Twitter’da @......... üzerinden yapılan paylaşımlar bile bizlere gerçeklerin peşinden koşmamız gerektiğini hatırlatıyor!
Sosyal Değişim ve Dayanışma Kültürü
Belli ki 1998'de yaşanan acılar bizlere çok şey öğretti! Hayali olarak aklımdaki sözlerden biri şudur: “Sadece elime bayrak alıp koşmak yeterli değildir!” Sosyal dayanışmanın hem zamanı hem de şekli değişse bile yüreğimizdeki tutku ile birlikte adalet arayışı hiç bitmemeli!
Sonuç Olarak...
Tüm bunlardan sonra düşünmeye değer soru şu olabilir: Bugün bizler için mücadele etmenin anlamı nedir? Gerçekten “sesimizi yükseltmek” yetiyor mu? Ya da geçmişteki gibi yine sessiz kalacak mıyız? İnsanoğlunun hafızası kısa mı yoksa uzaktan gelen seslere tekrar gözlerini açabilme potansiyeline mi sahip?” İşte esas mesele burada yatıyor…